23 Aralık 2021 Perşembe

 

KIBRIS MESELESİ’NİN TARİHİ SÜRECİ

Osmanlı Dönemi

Akdeniz tarih boyunca büyük çekişmelerin merkezi konumundaydı. Yavuz Sultan Selim döneminde Suriye ve Mısır fetihlerinden sonra Doğu Akdeniz bir Türk Göl’ü haline geldi. Venedikliler Kıbrıs Adası’nın hâkimiyken Memlükler’e verdikleri yıllık vergiyi Osmanlı’ya vermeyi kabul edince fetih hazırlıkları nihayete erdirilemedi. 1568’de imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı tekrar Kıbrıs’ı gündemine aldı ve II. Selim döneminde fetih gerçekleşti.

1571 yılında Venedikliler’den alınan Kıbrıs 307 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde kaldıktan sonra 1878 yılında hükümranlık hakkı Osmanlı’da kalmak kaydıyla İngiltere’ye kiralandı. I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Osmanlı’nın ayrı saflarda yer alması sonucu İngiltere tek taraflı aldığı kararla adayı ilhak etti. Türkiye Cumhuriyeti 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile adadaki İngiliz egemenliğini tanımak durumunda kaldı.

Kıbrıs Meselesine Genel Bir Bakış (1931-1974)

1931’den itibaren Kıbrıslı Rumlar’ın Yunanistan ile birleşme talebi yoğunluk kazandı. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşerek bir “Helen” adası haline gelmesi olarak açıklanabilecek olan “enosis” kampanyası hız kazandı. Yunanistan bunu fırsat bilerek 1954 yılında Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletlere taşıma kararı aldı fakat bu girişim herhangi bir başarıya ulaşamamıştır. Asıl kırılma noktası olarak görülebilecek meselelerden birisi  belki de “EOKA” terör örgütünün Yunanistan’dan gelen Albay Grivas tarafından kurulmasıdır. Bu terör örgütünün kurulmasıyla Ada’da çeşitli şiddet eylemleri artmış ve zorbalıkların doğurduğu neticeler sonucunda Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır.

Bu gelişmelere karşı boş durmayan Kıbrıslı Türkler “taksim” görüşünü geliştirdiler. Birleşmiş Milletler’den sonuç alınamayınca geliştirilen bu “enosis” ve “taksim” görüşleri neticesinde Türkiye ile Yunanistan arasında müzakereler başladı. 11 Şubat 1959 yılında Zürih’te anlaşmaya varıldı. Londra’da, İngiltere’nin ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin (Fazıl Küçük, Başpiskopos Makarios) onayının alınmasıyla birlikte bağımsız bir devlet olarak Kıbrıs halklarının durumunu belirleyen, Kıbrıs Cumhuriyeti anayasası onaylandı.

 

Zamanın Cumhurbaşkanı Makarios, Zürih-Londra antlaşmalarının Türk tarafına daha imtiyazlı davrandığını savunarak anayasanın işlemez olduğunu ileri sürdü. 30 Kasım 1963 yılında anayasanın revize edilmesini savunarak Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto hakkının kaldırılmasını da içine alan 13 maddelik öneri dizisini Fazıl Küçük’e iletti. Bu öneriler 16 Aralık 1963’te Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından reddedildi.

Rum tarafının Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı saldırılara başlamasıyla birlikte Kıbrıslı Türkler devlet kurumlarındaki görevlerinden uzaklaştırıldılar. “Kanlı Noel” adıyla anılan bu kampanya önceden hazırlanmış olan “Akritas Planı”na dayandırılır. Bu planın gayesi Türkleri adadan tamamen uzaklaştırmak üzerinedir. Planın uygulanmaya başlamasıyla birlikte 30.000 Türk 103 köyü terk etmek zorunda kalmışlardır ve sığındıkları yerler adanın %3’üne tekabül eden, denize çıkışı olmayan ve sürekli kuşatma altında tutulan bölgelerdir. Türklere uygulanan bu sistematik püskürtme harekatına karşı anayasa yürürlüğünü yitirmiştir. 27 Aralık 1963’te garantör ülkeler tarafından oluşan “Barış Koruma Kuvveti”nin devreye alınmasıyla birlikte İngiliz generalin Lefkoşa üzerinden yeşil bir kalemle çizdiği hat bu tarihten itibaren “Yeşil Hat” olarak adlandırılmıştır.

Rumların, Türkleri kurulan ortaklık devletinden dışlama çabaları hızını kesmeden devam ederken BM Güvenlik Konseyi’nin, 4 Mart 1964’de aldığı 186 sayılı kararla adaya “Uluslararası Barış Gücü” Kıbrıs topraklarına  konuşlandırıldı. Bu arada Yunanistan adaya gizlice asker göndermeye başladı ve zamanla bu asker sayısı 20.000’ e ulaştı. Böylece Kıbrıs ortak devlet olmaktan çıkıp bir rum yönetimine dönüşmeye başladı. Yunanistan’da gerçekleşen darbe sonucu yönetimi ele geçiren cunta, “enosis”e ulaşmak için Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde Türkiye ile pazarlığa kalkıştı fakat sonuç alamayınca Kıbrıs’ın Türk tarafındaki bazı köylere saldırılar gerçekleştirdi. Türkiye’nin ihtarları ve anlaşmadan doğan müdahale hakkını kullanma yönündeki çağrıları sonucu Yunanistan, BM gözetimi altında adadan kuvvetlerini çekmek zorunda kaldı. 1968 yılına gelindiğinde taraflar arasında müzakereler tekrar başladı. Müzakere sürecinde BM tarafının çözüm önerilerine evet diyen taraf hep Kıbrıs Türk tarafı olmuş, ancak Rum tarafı anlaşmaya hiçbir zaman yanaşmamıştır.

 

 

Kıbrıs Barış Harekatı ve Sonuç (1974-1983)

Kıbrıs Rumları’nın arasında başlayan görüş ayrılıkları neticesinde Türkiye’nin müdahalesinden çekinen ve Türkleri ekonomik yoldan alt etmeyi isteyen Makarios ile sonuç alınamayınca cuntacı EOKA-B örgütü üyeleri iktidar karşıtı ayaklanma başlattı. 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan desteğiyle EOKA lideri Nikos Sampson, adayı Yunanistan’a bağlamak  amacıyla Makarios’a karşı darbe gerçekleştirerek iktidarı bir süreliğine ele geçirdi. Bunun üzerine garantör ülkelerden biri olan Türkiye, İngiltere’ye birlikte müdahale teklifi iletti ancak İngiltere bu teklifi çıkarlarına uygun bulmadığı için reddetti. Türkiye anlaşmadan doğan hakları ve adada yaşayan Türklerin selameti için 20 Temmuz 1974 tarihinde “Kıbrıs Barış Harekatı’nı” başlattı. Böylece Yunanistan’ın ilhakı önlendi, Kıbrıs Türk Halkı’nın varlığı da güvence altına alındı. “Türk Barış Harekatı” aynı zamanda Yunanistan’daki cunta idaresinin sonu oldu.

BM gözetiminde Viyana’da Rauf Denktaş ve Glafkos Klerides arasında bir nüfus mübadelesi anlaşmasına varıldı. Bu anlaşma ile birlikte kuzeyden güneye yaklaşık 120.000 Rum, güneyden kuzeye 65.000 Türk geçti, böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana geldi. Bu iki kesim 180 km uzunluğunda, genişliği 5 metre ile 7 km arasında değişen bir ara bölge ile birbirinden ayrılmıştır.

BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Mart 1975 günü Genel Sekreter Kurt Waldheim’ın sponsorluğunda iki toplumun eşitlik içinde hemen görüşmelere başlaması kararının alınmasıyla, birinci uzlaşma gündeme geldi. İlk görüşmelerden sonuç alınamayınca Makarios’un ölümü üzerine ikinci uzlaşma, Denktaş ile Güney Kıbrıs’ın yeni cumhurbaşkanı olan Spyros Kyprianou arasında 19 Mayıs 1979’daki bir toplantıda gündeme geldi. İmzaladıkları anlaşma neticesinde Kıbrıs’ın bağımsız ve bağlantısız bir devlet olarak hiçbir devlete hemen veya tamamen birleşmesi söz konusu edilemez ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü diğer devletlerin güdümünde değildir şeklinde kararları içeriyordu. BM’nin uygun gördüğü bu anlaşma 15 Haziran 1979 tarihinde toplumlar arası görüşmelerde Türk tarafının Rumlar’ın Maraş bölgesine dönmesine izin vermesi fakat bölgenin Kyprianu’nun istediği gibi BM kontrolüne geçmemesi konusunda diretmesi sebebiyle sorun çıkınca anlaşma yürürlüğe koyulamadı. 1979 yılını takip eden senelerde toplumlar arası görüşmelerde uzlaşma sağlanamadı. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’da Merkez Bankası kurup TL’yi resmi para ilan etmesiyle Rum kesimi, Kuzey Kıbrıs’ı BM’ye şikayet etti. BM’de 13 Mayıs 1983 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütün ada toprakları üzerinde egemenlik ve kontrol hakkı olduğunu açıklayarak işgalci olarak nitelediği Türkiye’nin topraklardan çekilmesini ve BM Güvenlik Konseyi’nin meseleye el koyacağını belirterek uzlaşılmasını tavsiye etti. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler bu karara tepki gösterdi ve 17 Haziran 1983 tarihinde Kıbrıs Türk tarafı bir bildirge yayınladı.

Bu bildirge ile Kıbrıslı Türkler self-determinasyon (kendini yönetme hakkı) ilan etti. 15 Kasım 1983 tarihinde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” kuruldu.  

“enosis” görüşü: Birleşik Krallık hakimiyetinde bulunan Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanması düşüncesidir.

“taksim” görüşü: Kıbrıs’ın kuzeyinin bir il olarak Türkiye’ye katılmasını hedefleyen düşüncedir.

Kaynakça;

https://www.tarihselbilgi.com/kibrisin-fethi/

https://www.mfa.gov.tr/kibris-meselesinin-tarihcesi_-bm-muzakerelerinin-baslangici.tr.mfa

http://users.metu.edu.tr/kktctntm/KKTC_tarihi/kibris_baris.html

 

13 Ağustos 2021 Cuma

Mihmandar

 

Mihmandar Cahit Çollak

 Nazarla bakmalı insanlar birbirine, kıymet bilmek söz konusuysa eğer. Cahit Ağabey duruşuyla, bakışıyla, hali, tavrı ve sevdasıyla mihmandarlığını hissettiriyordu.

 Uludağ yayınlarına gittik bir gün arkadaşlarla. Tahtakale’de pasajın içinde mütevazi bir kitap dükkânı. Selam vererek girdik içeri. Kapıdan girer girmez hemen sağda Cahit Ağabey elinde sigarası, yüzünde mütebessim ifadesiyle karşıladı bizi. Ettiğimiz muhabbetin neşvesi hâlâ durur yüreğimizde. Gönül insanıyla yapılan bir anlık sohbetin değerine paha biçilmez. Biçilmeye çalışılırsa şayet hâle sirâyet eden dünyalık olur.

 Müsade istediğimiz an, o yürekten davetini unutamıyorum. Gençlere susamış, gençleri özlemiş ve gençleri seven bakışlarıyla “hep gelin” diyordu ardımızdan.

 Ellerimizde hediye kitaplarımızla uzaklaşıyoruz insandan. İnsanı o gün gördüm ben. Gözlerindeki gülümseme nakış nakış işledi ruhuma. Böyle insanlar anlatmazlar kendilerini, zamanla kendiniz keşfedersiniz. Nurettin Topçu’nun talebesiymiş rahmetli. Vefatından sonra öğrendim.

 Yine gittik bir gün mekana. Bu sefer karşılayan suret değişmişti sadece. Aynı masada Adil Hoca oturuyordu. Mihmandarlık ona emanet edilmişti manen. Aynı gülümseme, aynı karşılama. Nasıl böyle olabiliyor “insan”? İnsan olmanın böylesine zor olduğu dünyada bunu başarmanın yolu nedir?

 Muhabbet ederken Mustafa Kara girdi kapıdan elinde kese kağıdı, içinde kuru kayısı. Konuşamadık karşısında. Cahit Ağabeyle dostluklarının elli yıla tekabül ettiğini söyleyiverdi Hoca. Bazı şeylere öfkeliydi, göçen dostunun çektiği sıkıntıları biliyordu ve derinden hissetmişti.

 Cahit Ağabey’i çok geç bulduk dediğimde, “Geç buluruz erken kaybederiz. Erken buluruz, erken kaybederiz. Bunları sizlerde yaşayacaksınız.” diye öğüt verdi. O gün bir şeylerin değiştiğini hissettim ve o güzel insanlarla beraber olmak için hep dua ediyorum. Dualarım kabul oluyor biliyorum. Aradıkça buluyor, buldukça arıyorum.

 Rahmet niyazıyla

 

26 Mayıs 2021 Çarşamba

Hareke(T)eknazi

İnsan, şerefli bir mahlûkattır. İnsanı insan yapan değerlerin başında birbirlerine karşı duyduğu hoşgörü, saygı ve sevgi en temel unsurdur.

Modern çağda gelişen teknoloji insanların insanlık vasıflarını unutturma gayreti içine girmiştir. Kendi eliyle kendine eziyet eden başka varlık var mıdır? Bilinmez. Hayatı kolaylaştırma pahasına yararı veya zararına bakılmadan üretilen her şey, tüketim çılgınlığı ve sahip olma duygusu sebebiyle maymun iştahlılığa doğru yola çıkmıştır.

Eski dönemin insanıyla bu dönemin insanının kıyaslandığı her ortamda; şu anki zamanı yaşayanlar, eski zamanı yaşayanların daha az şeye sahip olup daha mutlu olduklarını her fırsatta dile getirmektedirler. Öyleyse; neden biz de "kanaat" melekesini gün yüzüne çıkarmak yerine tüketim çılgınlığının peşinde sürükleniyoruz?

Bu soruların cevaplarının şüphesiz gelişen teknoloji, bilgi ve bilimle doğrudan ilgisi vardır. Bilgi bilimi, bilim ise teknolojiyi entegre etme amaçlıdır. İnsan ilgi duyduğunun peşine takılır ve bu vesiyle basamakları aşmaya çalışır. Başlangıç noktasında insan faydasının felsefesinde bir hata yapılırsa, geliştirilen teknoloji insanın felaketi olur. İnsan hareket ettiği ve zorlandığı derecede insan olmanın şuuruna sahip olabilir. Kolaylaştırılan her şey insanın esas hüviyetinin kaybaolmasına ve dolayısıyla hareketsizleşmesine yol açar. Hareket özelliğini kaybeden insanın en başta sağlığı zedelenmektedir. Günümüzde sporun bu denli rağbet görmesi insanın hareket özelliğinin gündelik yaşamda kısıtlanmasından kaynaklanmaktadır.

Eğer böyle olmasaydı diyerek düşünecek olursak tarihte bir yolculuk yapıp seksenler döneminden örnek verebiliriz. Dizilere konu olan telefonun günü geldiğinde cebimize girecek şekli alması söz konusu bile olamazdı. Telefonlara iletişim aracı olarak bakıldığında gayet kullanışlı ve insanların birbirleriyle diyalog kurması için elverişlidir. Fakat telefona yüklenen fonksiyonlar ve internet mecrası ile kullanış bakımından rahatsız edici olmayı başarmıştır. Kimilerine göre komplo teorisi olan ve bilgilerin sosyal medya aracılığıyla fişleme şeklinde kullanılması bir gerçeğin tezahürüdür.

  Teknoloji esası itibarıyla kullanıldığında güzelleşmektedir. Dünyada üretilen herşeyin merkezinde insan ve dolayısıyla canlılar olduğu sürece kimse zarar görmeyecektir. Bazı insanlar yanlışı ve kötüyü sevip kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bencil davrandıklarında ise geliştirilen herşey canlıları bir bataklığa doğru sürüklemektedir. Şerefli bir mahlûkat olan insanın elindeki irade geleceği şekillendirmekte ana unsurlardan biridir ve en doğru şekilde kullanılmalıdır. 

7 Aralık 2020 Pazartesi

Vahdet Güzin Bursa

 

VAHDET GÜZİN BURSA

Bir insanın anlam arayışı ile başlayıp anlamı idrak etme yolunda kitaplara kavuşarak bir yerlere varması nasip meselesidir. Kitaplar eşliğinde farkında olmadan çıktığımız bu yol bize Bursa’yı tepelerinden uzun uzun tefekkür etme kapılarını aralamıştır. Bursa gönül sultanlarıyla ayrı bir deryadır. Molla Fenâri Hazretleri, Emir Sultan Hazretleri, Somuncu Baba Hazretleri, Eşrefoğlu Rumî Hazretleri, Üftâde Mehmed Muhyiddin Hazretleri, Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri, Abdal Mehmed Hazretleri, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ve daha niceleri Bursa’nın vahdet-i güzinleridir. Bir yanda devleti yöneten sultanlar canlarını hiçe sayarak mücadele ederken, diğer yanda aşkın nuruyla velî olmaya erenler insanların kalplerine, huzurun İslam’da olduğunu verdikleri sohbetlerle nakşetmişlerdir.

İnsan, Yaşadığı Şehrin Çocuğudur

Tarihinin nefes aldığı, nabzının attığı köşeleri keşfetmesi ömrünün yarısına tekabül ediyor. Eski sokaklarını saatlerce adımlamadıkça, sahaflarını ve kitapçılarını ziyaretgâh haline getirmedikçe, türbelerini ve camilerini ezberlemedikçe ruhunun derinliklerindeki manayı gün yüzüne çıkarması zorlaşıyor. 

Bursa ile derinden tanışıklığım Nurettin Topçu ile başladı desem yanlış olmayacaktır. Şehrin tarihine âşinâlığımız sur içinin dar sokaklarında kendimizi kaybedip sokakların bizi tutup şehrin meydanında eski bir kitapçıya götürmesiyle başladı. Kitapçıda gözüme çarpan “Türkiye’nin Maarif Davası” kitabını okuduktan sonra zihnimdeki Müslümanca düşünme melekelerinin harekete geçtiğini zamanla idrak ettim. Nurettin Topçu’nun hareket felsefesi üzerine düşünceleri ve neşrettiği “Hareket” dergisi yayınlandığı zamanın önemli bir boşluğunu doldurmuştur. Bizim tanışmamız bu şekilde oldu. Ayrıntılar ve okuduklarımız şimdilik yazının muhtevasıyla alâka teşkil etmemektedir. Lâkin kitap okumak ve kitaplara sevdalı olmaklığımız da böyle cereyan etmiştir.

Bursa’nın eski çarşılarından biri olan ve her zaman olduğu gibi işlek olmayan Kayhan Çarşısı’ndan geçip Vakıf Kütüphanesi’nin önündeki hayrattan su içip, kitapçılar çarşısındaki “Mercan” ı bulduktan sonra -denizde mercan bulmanın kıymetiyle eşdeğer- serüven derinleşmeye başladı. Cumartesileri öğleden sonra gidip akşam namazına kadar kitaplar ve insanlarla hemhal olmanın lezzeti öyle her yerde duyulacak tatlardan değildir. Kitapçıya gelen muhabbet deryâsının mercanlarının vakarlı duruşları, konuşurken kelimeleri seçişleri ve okudukları kitaplardan iktibasla anlattıkları, Müslüman zemininin varlığından haberdar etmiştir. 

Böyle bir varlıktan haberdar olduktan sonra, Müslüman zamana ermek isteyen insanın evvela talebe olması, dolayısıyla talep etmesi gerekir. Tâlip olduktan sonra nasibindeki köye varması, vakti geldiğinde gerçekleşeceği umudunu taşımasına vesile oluyor. Zihin ve zemin bunun en önemli unsurlarıdır. Zihni Müslümanca işleyenin zemininde açan çiçekler bahar kokusu yayarken, zamanı da Müslüman saati gibi her tik takta Allah zikrini eda etmeye başlar. 

Bursa bu fikirler etrafında billurlaşan bir avize olmuştur dimağımızda. Osmanlı’yı kuran şehir olmakla iftihar etmektedir. İstanbul fethedilene kadar Bursa tamamen bir Türk şehri olmuştur. Osmanlı’nın Müslümanca işleyen zihni onu tevazu sahibi yapmıştır. Bu tevazunun en büyük örneklerinden biri ise isminde “Türk” kelimesini kullanmamasıdır. Gayesi İlây-ı Kelimetullah olan bu âli devlet hangi dinden veya ırktan olursa olsun “Çınarın” gölgesinde gölgelenmek herkesin hakkıdır düsturu ile hareket etmiştir. Simge olarak çınar ağacının seçilmesi Osman Gazi’nin gördüğü mübarek rüyâyla bağdaşmaktadır. Çınarın dallarının üç kıtaya, yedi düvele nam salması rüyânın mânâ âlemindeki hakikatinin göstergesidir. Modern tarihçilerin bu rüyâyı hurafe olarak görmesi ise vak’anüvisliğin tarihe olan tanıklığını göz ardı etmesinden ve rüyânın muhtevâsına erişmemiş olmalarından kaynaklanıyor.

Kuruluş döneminin tanığı olan Bursa’nın İslâm ile müşerref olması Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir, o ordu ne güzel ordudur.”[1]Hadis-i Şerifi ile yola çıkan ecdadın gerçekleştirdiği fetihler sayesinde olmuştur. İstanbul’a giden yolda Bursa’da karargâhını kuran Osmanlı, gayesini daima ilerilere Avrupa içlerine kadar taşımıştır.

 

 

 

Nurettin Topçu Yıldırım’ın Huzurunda

Yıldırım’ın huzurunda[2] el bağlayan Nurettin Topçu, evvela Ulu Cami’de sabah namazını eda eder. Allah’a gönlünü açıp gözyaşları eşliğinde ettiği dua sonrasında ona bir ses, Murad Hüdâvendigâr’a ve Yıldırım Han’a gitmesini söyler. Kendini Çekirge’de, balkanlarda yedi evliya kudretinde tanınan Sultan Murad Han’ın huzurunda bulur. Müslüman zihinle inşa edilen Osmanlı’nın, Müslüman zeminini hazırlama gayretiyle şehadete eren sultanlarının tek gayesinin Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu bilmektedir. Bu uğurda esir düştükleri halde imanlarından bir nebze olsun taviz vermediler. Fetret devri gelip çatınca yok olma korkusu yaşamak yerine devleti yeniden nasıl tesis ederiz diye düşünerek yaptıkları atılımlarla düştükleri yerden kalkmasını bildiler. Artık daha kuvvetli bir Osmanlı vardı. Hacı Bayramı Veli, II. Murad’a İstanbul’un fethini işaret ederken “Sultan II. Mehmed’i ve hizmet için kapıda bekleyen Akşemseddin’i”[3] kastediyordu. Nihayet fetih müyesser olmuştu. Bursa’da ekilen diriliş tohumları cihana yayılmaya, zalimlerin korkusu mazlumların umudu olmaya devam ediyordu.

Hülâsa

Bütün bunlardan yola çıkacak olursak şayet; Bursa’nın bu gününe geldiğimizde şehir hâlâ maneviyatına devam etmektedir. İnsanlar kendi işgüzarlıklarından dolayı bu devirde Allah’ın sevgili kullarının olmayacağını savunuyorlar. Habersiz olmak böyle bir şey olsa gerek.

Tarihi yapıların arasında gezinirken elleriniz taşlara değdiğinde evvelin ruhunu hissedemiyorsanız, asırlık çınarların yanından geçerken yapraklarının rüzgârda çıkardığı sesle irkilmiyorsanız, eğer minârelerden okunan ezanla secdeye kapanmanın heyecanı sizden uzaksa Bursa’yı anlamak oldukça zordur.

Rahmete ermek istiyorsak zahmetin çilesiyle hemhal olmak îcab eder. Zihinde Müslümanca idrakin zuhurâtını tebdil etmek için zamanın zekâtını vermek gerekir ki rûy-i zemin titresin.



[1]Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 335; Câmi’üs-Sağîr Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi, (Hazırlayanlar: İsmail Mutlu, Şaban Döğen, Abdülaziz Hatip) 3. cilt, İstanbul-2008, sayfa 194

 

[2]TOPÇU Nurettin, Taşralı, Dergâh yayınları, 7.baskı, sayfa 257 “Yıldırım’ın Huzurunda”

[3]https://www.islamveihsan.com/ii-murad-ile-haci-bayram-i-velinin-onemli-gorusmesi.html

  KIBRIS MESELESİ’NİN TARİHİ SÜRECİ Osmanlı Dönemi Akdeniz tarih boyunca büyük çekişmelerin merkezi konumundaydı. Yavuz Sultan Selim dön...